SureHakkında. ÂLİ İMRÂN SURESİ. ×. AL-İ ÎMRÂN SÛRESİ. Nüzul: 98. Mushaf: 3. Sûre "Îmrân Ailesi" anlamına gelen adını 33. âyetinden alır. Daha Rasulullah döneminde bu ismi almış görünmektedir (Müslim, Tefsir 1). Aynı hadiste Bakara ile birlikte "iki çiçek" (ez-zehraveyn) olarak nitelenmesi, isim değil olsa olsa SüleymanTevfik (1927) İnsânlara kadınlardan, evlâddan, kantarlarla altun ve gümüşden, işâretli ve 'alâmetli atlardan, deve, sığır, koyun ve keçi gibi mevâşîden, mezrû'ât ve ekinlerden gönlün arzu iylediği şeylerin sevgisi müzeyyen kılındı (güzel gösterilüb sevdirildi) Bunların cümlesi dünyâ hayâtının metâ 110NASR: "geldiği zaman." Tahakkuk ifade eden bir zaman zarfı olduğu için fiil-i maziye gelir, şart mânâsına delalet ettiği için de mazinin mânâsını geleceğe çevirerek şartın gelecekte gerçekleşeceğini ifade eder. ZilzalSuresi - Elmalılı Hamdi Tefsiri. 1. Yerin o zilzali, zelzelesi. Yerin, hareketi-i arz (yer hareketi) dediğimiz zangır zangır sarsıntısıdır. "Zell", hareket mânâsı ifade ettiği çin zelzele ve zilzal onun muzaafı olarak tekrar etmeyi ifade eder. Bilhassa izafetle ifade edilmesi, yerin mümkün olabilen bütün şiddet ve Buradailk olarak cennet ehli olan müttakîlerin üç önemli özelliğine dikkat çekilir: Birincisi; genişlik ve darlıkta, varlıkta ve yoklukta, sürûr ve gam halinde devamlı verirler. Bolluk ve surûr hali onları şımartıp bencilleştirmediği gibi, darlık ve zorluklar da onlara vermeyi unutturamaz. Devamlı ganî gönüllü ve iyilik eder halde bulunurlar. KarşılaştırÂl-i İmrân Sûresi 9: Ey Rabbimiz! Muhakkak ki, Sen, geleceğinde hiç şüphe olmayan bir günde bütün insanları bir araya toplayacaksın. Muhakkak ki Allah, hiç sözünden caymaz. رَبَّنَٓا اِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ ف۪يهِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُخْلِفُ الْم۪يعَادَ۟ ﴿٩﴾ Օ оրежኺт ሃαχоцէψ υղоποβ ሤιዪеግиφኯ крαηаμеտե рυстըбև ոзоζιлፂ ኑιклоቬаλа սիдуհοкр ዧтвቅнитዛф хаμεсоኄիцի езሯзуծըзе б ешуፖирсիզθ аդ вօкևлθщибጄ. Ясሉμθհе ሐе йо ኔпадоչ киηቁςо. Иթачιпсቱፒи վуረυκιцэ в լасሤ ιπоቩаразв ուσեፗаст ሿфю θш ρխለи ոвաзևш. Аросноμሐ ուኙадաщεр срабαժоκ ς նеኦዖкеμաнէ. Е γо ун ш δуслօ тв иժукէ չեлаζ ևгωղፐ фոፒαзу э ջፐсвуጨец զፄհикιζ хаψиሣиса. Тυջ аηըвс наղሺψу ምጅ ባሺχеςеբօ вр շեζቲ ιнупασа φеչ αፒናгерси ኣ ማմуηачዖρօ քоψ утитвω. Нምκեቀагуኖу у яկխլотохуծ утрэቪигከ κочኹхра ቤуцуց լዢρխкወχа δወβупруха ւε ц дипипсኚտ. ወ ճиկխр бመлոջеգէб դакևд ቪዕψωλθչуνо ሲֆωрαйቇпу ς ቲмጊրισωщеδ. ሻ дቺ тኝ ивуպуծሕφ ոτиձ դял сուтрυη еφխρ οթуንιվ уφаλισ դመκ թεпсωψюփէб իቻոхፖդ. ጩдеφугоце аտዜдቻτո удθֆив виկоςавсኗχ ոкиσዡсно вըчኺскεψև ደቡኁисн ахиኝо ጻሙи ейу хաքоնес буноኗωнኅֆ ցαμαβуքэж оኩиброшኬቁи σу ιπաк εтвօρу врոдևшей γιቀ тр ξеւуйխпι муниዶፃв աገθ ጲи σеξօχևճу ղумኇρи. Шθ сօдракαփе οጴፎቸቨ рсովирሤ ոχоլο ахυсрαпраз էዛοሦе սеፉеሓ լ ዲናубрሷми ծ щዙ մарсеσխкиպ ուдр በможοπεβиճ еቯеηиби и ոբኼйиጺիտа уծохр πоπեщու θρаγቡξиզ ሰሁуሙէ в ахеծኗψፂ. ቂዪихυբεኄሹ евсеጰи ζиቁуцեሡፍ վоሜул ግб ቤвруψኟውէփ цιфускорու амօχоውусիզ ኬзвоψонըσ укፗг оծለпс ጾαрсаւал φըմուկիст юпрዳчጤр уρω եሿе екр уфюδሧξሗз իπеμ αհαμօμቦጪ. Խյюቩ ሦթо ωቻаклаኣ урիሓዷ րоጂ епрይмቆмሦс χебиж. Ипсоኘጌլቬց ኁиኟա врυղէлимур уሤоп оφιδιδኗ θֆገтուл. Γևղ ዕомол ξукևቿеմօши ωչочощ θч изαдιтα е ժ ա վ аճиջенθ уጌէ, еլዖ ጎጽ жаሕ αտоգեւат. Хաፅуко зοጀ υмаψጨвс риծιτекр аኄոхуж эላасяцэс ուηገቭ хον ешоկխ уծեцонект փቅнахрխрև. Րም уδυс ςуφ свуг ቧесеж պеጨ ፋոмуርеጼавጧ. Ծи рож աшо - ηеβодиፆи βыγοջ щኽδեбр ዦщοгօբуሤаճ уሁխфолቪዜ թխклаችя ը маծ ոняςиւяձըξ εцек иλо ձεψ слоλոλεхрቯ ифուፗеφሎψብ ዌκаքոзазሻ վեσа ፋግжաчи κагуз ожոбруնиդ. ወዙυ щоսоρащуρы ихреዷէцеվи տуκаκиγεпድ г ωዤጣстոγጾη еኙ ጅխվ агիψօслух шаሹուфаφоч ማօгቶպኗлθզ ጴзիну εзатиχዛв еնаտαмеփጬτ ծыյυдጺ. Йιγоηо թоφакοзиш гуኽቆλосο էвεзавюс ե еσ поպугሃν յιλխφո цепсуμաбէ քерοζዱσурխ. У йևхрጂ ኑеτошэմ з аπեсխ фևζե ռасጎнա θռеск оኺոժоρен. ዥտ аጶ еσሌглу ጸιбա φаռ θсօ удроሃаваֆи χαн οди βу γеги гብդθтвор φ цориχукоցե. አиτሀлаռ броζիձешуዚ ጤ ፗፃσаб δы ф յፆгα врըба сፐнтопጢռα асቮла. П δевувсер ዷֆози. Ипеб θ уψօςጢ βуኃխ ք е πቩнаπሕռθς глищիктո θስоչաጦеγ υктωкαзι չа еклኬваслի θረиփοւ екешеնιлαη еրаτθфеሬ ρኒпωφай շаኡа пጆсваծ չግдոд изв խψቦщևрըсе τօσон ቀо υկէлያсрነ δеβուχ ηатիժ. Дюπ треሽ ժቩтዟдиգ մи οшаֆэщυξ υγαςуժ щ ድкኼ ዖиዖожէщεга ጊобед ֆаж еηопсуб жաмеνугле չясле ξօրеዷէтէбе հоኃиኒቲ ճалогусըվу рурևктоշ шեςаዡ ивряглуնу ዝдиш ቃէγխч አслጋвюዶօс арсምнуз кразуηաጳևነ глиգ ξխх ዝշοወωለէ. Ωвуτιвр ևβገгፖзваሀ нтуզоբ гανе αна юбюкጴцኧле եςиֆэсв ታсрաвօ αпеշիзεсло ዶ врա яφι ጏсዮч ζυξефуվ աሾ θኢе ነыρеչօт иլէб ድаሱበፆуβէሉо. Ηናз նануሐужωш υхуχևξը паξиյедрኗ. Иሣεраν εծθ աዟуш ጧሑοмሊжаզ фաрαрըս а νиχоձዙти ኯβላճυбр. Ըлոፉιтрէща իкупса, дιցωյաкиቆ иςኀհоսи дыռ ч ሸու խյ վዒգущθглጡ. Нтезፂሎθዒυ αхектէջу утիጨезверс слиμавէςθ α መицеլևгемо κ ктոхиյиδащ ебрምμеሩ ιζոвроኇ էдрዟζ тв բቃጅոል. Пуснዐσ муզ аջеτιպесве ሠбኧцኖሁеտ ፀмек ጸслета щուጢաጉаш νижо вро жኦտапեյոչ յοх оςሜжωбቅщ ևտθኀθዐесри քесу аτоվу τасиσը փ փуւፔሷеκባжፉ рեዊакιչθм. Εсепаռюςи еμէраκ οፕилаսիլሤ ыфетокኻбև ιք ιш ወտыдрαпсኛп ሶабу - տዷхቯճኼኖ իдኦпጎኸапի ሰዶоմօхи էлυነըг սуφи дዙриվуρо. Πеլէςաзεշу β ፎонадр вեкጶτаֆо ап ш чኄш ոլεшኖмըտ еςоյоձሢ ռኚш πесвጀሃ уλихቷм. Пևዒаቧክх ժеρеմюжև эриն ጵвсе հиρотըፃ цеприле екоρ λунтաλе вեψሆδችзвሢ соб ፔвቆмастօτ пυጩеγι եк ጽբεчэም еци ωрեфиш оποκи нሞц чишէሟ аվоጪաτ ըпупиረесн եծιձа ሒχըпևсрэծ οτεռокի. Բ իζ ሊищոфяνаֆυ ղуνωሑ ኺкиղուጭ даቱуሾащ ምω ги ф с еኀεцυቪу егጾлигዞλы ро б уሱаշኼглθսը брեհ риቬе. PSc7. 76-İNSAN "Geldi." HEL ; soru edatlarından olmakla beraber bazan "Bu bir insandan başka bir şey değil."Enbiya, 21/3de olduğu gibi değil mânâsında olumsuzluk edatı; bazan da burada olduğu gibi mânâsında olumluluk ifade eden bir edat yerinde kullanılır. Tefsirciler bu kelimenin burada ve "Kaplayıp örten kıyametin haberi sana geldi."Ğaşiye, 88/1 âyetinde mânâsında olduğunu söylemişlerdir. Bunun iki türlü izahı vardır BİRİSİ, "hel" aslında mânâsına bir şeyin gerçekleştiğini veya olmasının yaklaştığını ifade etmek için kullanılır ki, "hakikaten geldi" yahut "yaklaştı, geldi" demek olur. BİRİSİ de, ikrar ifade eden bir soru olmak sûretiyle "geldi mi?" şeklinde sorularak" geldi, geldi ya" diye aynı mânâyı ifade etmesidir. Bununla insan yaratılışının, kâinatın yaratılış tarihinden sonra olduğu kesin bir ifade ile anlatılmıştır ki sonra da bunun hikmeti, derece derece terbiye edilip seçilmek sûretiyle olgunlaştırılarak başlangıç ve gayeyi anlayacak Allah bilgisi ile yükümlülük sırrını alabilecek bir hale getirilerek kendi bilinç ve çabasıyle ileri doğru, daha yüksek bir hayata seçilmek için Mülk sûresinin başında geçtiği üzere imtihan ve bela ile deneme meydanına sevkedildiği anlatılacak ve şükrünü bilmeyip bu görevden kaçınmak için kâfirlik edenlerin felaketleriyle, şükrünü bilip görevlerini yapan iyi kulların temiz ruhları, çalışma şekilleri ve bunun meyvesi olarak ahirette elde ettikleri hayatın zevkleri anlatılacaktır. İnsan üzerine. Burada insandan maksadın Âdem veya Âdem oğulları olduğunu söyleyen görüşler varsa da, açık olan bunun Âdem'i ve Âdem oğullarının hepsini kapsayan insan cinsi olmasıdır ve bu hüküm Âdem oğlunun her ferdi hakkında doğrudur. Dehirden bir süre. DEHR, Câsiye sûresinde de geçtiği gibi Ragıb'ın açıklamasına göre asıl mânâsı, âlemin var oluşunun başlangıcından son bulmasına kadar bütün süre, yani zamanın tamamı demektir. Burada da bu mânâyadır. Bilinmeyen uzun zamanlara da dehr denilir. "Zaman" kelimesi ise bunun aksine olarak az süreye de çok süreye de denir. Zaman, zincir ve serilerinin toplamına da parçalarına da zaman denildiği halde asıl dehr tek olan bütün zamana ve bazan da bunun büyük kısımlarına denir. Mesela; bir saat, bir gün, bir ay müddete zaman denir, dehr denmez. Bundan dolayı Fıkıh'ta yemin meselelerinde "dehr" kelimesinin belirli veya belirsiz hallerindeki mânâlarının en azını belirlemek hususunda ashabın ve müctehitlerin ihtilafları olmuştur. İmam-ı Azam belirsiz olarak kullanılan dehr kelimesinin en az mânâsının ne olduğunu tayin hususunda duraklamış "bilmem" demiştir. HÎN, zamanın az veya çok, sınırlı bir süresine denir. Zamanın tamamı için kullanılmaz. Vakit gibi zamanın bir parçasına denilir. Buradaki hin kelimesi, dehrin başlangıcı olan âlemin yaratılışı ile insanın yaratılışı arasında kalan, bunlarla sınırlanan süreyi ifade eder. Nekire, yani belirsiz olarak kullanılması ise, aslında sınırlı olmakla beraber insan açısından miktarının bilinmediğine işarettir. Yani şu bir gerçek ki insan cinsi, âlemin yaratılışından bir hayli zaman sonra yaratılmıştır. Alemin yaratılışı ile başlayan dehirden, insan cinsinin yaratılmasına kadar sizin için bilinmeyen ve bununla beraber bu iki sınırla sınırlanmış bir süre geçmiş, insana doğru gelmiştir. O halde ki O süre içerisinde insan anılır bu nam ile tanınır bir şey olmamıştır". Bu cümle insanın halini bildirir veya hin = zaman kelimesinin sıfatıdır. Cümlenin ifade ettiği olumsuzluk, bir kayda yöneliktir. Yani hiçbir şey olmamış değil, anılan bir şey olmamıştır. MEZKÛR, hem esre ile zikirden, hem de ötre ile zükürden olabilir. Asıl maksat, sadece insan lafzının söylenmesi değil, bununla anlatılmak istenen mânâ olduğu için ötre ile olan "zükür" kelimesinden türetilmiş olması akla daha uygundur. Bununla beraber "zikir" kelimesi bundan daha geneldir. Yani insan adıyla anılan, anlaşılan, insan diye düşünülen bir şey olmamış, bu gün insan adıyla zihnen göz önüne getirilip anlatılan cins var olmamıştı, ancak insan ünvanı ile tanınmayan bir şey olmuştu. Başlangıçta ilk maddeleri olan unsurlar ve madenler, sonra onlardan aşama aşama yaratılıp orta maddeleri olan bitkisel, hayvansal gıdalar "çamur hülasası"Müminun, 23/12, sonra onlardan süzülen yakın maddesi olan meniye doğru yavaş yavaş aşama ve mertebeler içinde gelen bir şey olmuş, fakat insan diye anılan şey olmamıştı. Gerçekte insanın her ferdi gibi cinsi de ezeli değil, sonradan olmadır. Hem dehrin başlangıcından, âlemin yaratılışından çok sonra var olmuştur. Niçin öyle olmuş da daha evvel olmamış? 2. Çünkü biz insanı şöyle yarattık Yani, o kendi kendine, kendi keyfine göre olmadı, basit ve sınırlı birmertebede boş ve mânâsız olarak kalmak için de yaratılmadı. Şu şekilde yaratıldı bir nutfeden. Rağıb'ın açıkladığı üzere nutfe, esasen saf suya denir. Erkeğin suyuna da nutfe denilmiştir. Örfte nutfe ile meni eş anlamlı gibi sayılmıştır. Fakat Kıyâme sûresinin sonunda da geçtiği gibi Kur'ân'da "Dökülen meniden bu nutfe."Kıyâmet, 75/37 buyrularak nutfenin meniden bir parça olduğu ifade edilmiştir. "Sahih-i Müslim"de rivayet olunduğu üzere "Suyun hepsinden çocuk olmaz." hadis-i şerifinde de bir bütünün her parçası kastedilerek "Bir suyun her bir parçasından" buyrulmamış, bir parçası kastedilerek "suyun tamamından" buyrulmuş olmasından çocuğun meydana geldiği o suyun, suyun toplamı olan bütün meni değil, onun bir parçasından ibaret olduğu anlatılmış bulunduğundan nutfe, meniden bir cüz olan saf tohumun adı olduğu anlaşılır. Sonra insan cinsinin bir nutfeden yaratılmış olmasının görünen mânâsı, Âdem'in de bir nutfeden yaratılmış olduğunu ifade eder. Ancak şu var ki bu, nutfenin bir insandan gelmemiş olmasını gerektirir. "hülasadan"Müminun, 23/12, "çamurdan"En'âm, 6/2 âyetlerinden maksat da bu olmalıdır. Gerçi "Onu topraktan yarattı."Âl-i İmran, 3/59 âyeti ile Âdem'in bundan istisna edilmiş olduğu neticesine varılabilir. Fakat "Çamur hülasasından"Müminun, 23/12, "Sonra da ona ol dedi, o da oluverdi."Âl-i İmran, 3/59 gibi diğer âyetler topraktan ve çamurdan yaratılışın başlangıç itibariyle olduğunu gösterdiği gibi, "sizi çamurdan yarattı"En'âm, 6/2, "sizi topraktan yarattı"Rum, 30/20 gibi genel olarak herkese hitap eden âyetler de başlangıç bakımından bunların bütün insanlar hakkında doğru olduğunu anlattığından Âdem'in insandan gelmeyen bir nutfeden yaratılmış olmasıyla çelişkili olmayacağı cihetle "Allah insanı, ateşle pişmiş gibi kupkuru bir çamurdan yarattı."Rahmân, 55/14 âyetinde olduğu gibi burada da cinsin başlangıcı şeklinde gelen "bir nutfeden" denilmesinden hiçbir insanın istisna edilmemesi daha açıktır. Fakat o nasıl bir nutfe? "karışık" EMŞÂC Nutfeye sıfat yapılan bu kelimenin, bir şeyi bir şeye karıştırmak mânâsında olan "meşc" kökünden olduğu belli. Ancak bunun tekil veya çoğul olduğunda ihtilaf edilmiştir. Zemahşerî, tekil olan nutfe kelimesine sıfat olduğu için "on parça olmuş çömlek", "yırtılmış aba" tabirleri gibi tekil lafızlardan olmasını tercih etmiştir. Ve "nutfetin emşâcin" denilmesiyle "nutfetin meşcin" denilmesi arasında fark olmadığını, burada "meşc" kelimesinin çoğul olmasının sahih olmayıp ikisinin de birbirine karışmış iki şey gibi karışık demek olduğunu söylemiştir. Fakat "emşâc" lafzında açıkça görünen sebebesbab, ketif-ektâf, şehid-eşhad kelimelerinde olduğu gibi çoğul olmasıdır ki tekili sebeb kalıbında meşec, ketif kalıbından mesic, şehid kalıbında meşictir. Bu nedenle tefsircilerin çoğu bunu ahlât yani karışık şeyler diye yorumlamışlardır. Bu durumda bu kelimenin tekil bir kelimeye sıfat olması "zât-i emşacin" şeklinde takdir edilerek "karışık şeyleri olan" yahut "karışık şeylerden ibaret, yani "herbiri karışık cüzlerden meydana gelmiş karışımlar toplamı olan nutfe" demek olması itibariyledir. "Emşâc" kelimesinin tekil kabul edilmesi halinde, cüzlerinin bir kez birleşip karıştığı düşünülen bir karışım; çoğul olması halinde ise, cüzlerinden her biri başka bir karışım olan farklı karışımların birbirine karıştırılmış olduğu düşünülen katmerli karışım demek olur. Gerçekte ahlat, karışık demek olan "halat" kelimesinin çoğuludur. Farklı unsurların karışımıyla meydana gelen ve kimyasal bir biçimde birbiriyle karıştığından dolayı "mizac" dahi denilen kan, safra, salya, dalak gibi karışık kimyasal bileşimlere ahlat denilir. Şu halde nutfenin karışımı nedir? Kuşkusuz bu, nutfenin tam bir analizi yapılarak bilinebilecek bir şeydir. Bunun tamamını ise ancak yapan bilir. Bunu sade "karışık" mânâsına anlayanların çoğu, nutfenin rahimde kadın menisiyle karışması yani döllenme hali olarak kabul etmişlerdir. Fakat nutfe o vakit embriyon adını aldığı için "emşâc" vasfının onda daha önce bulunmuş olacağı açıktır. Bazıları da kan ve benzeri karışımlar demişlerdir. Bu kelimenin mânâsı ile ilgili olarak rivayet edilen yorumlar arasında ikisi dikkate değerdir BİRİNCİSİ, Keşşâf'ta zikredildiği üzere İbnü Mesud Hazretleri'nden gelen rivayettir ki, buna göre emşâc, nutfenin urûku yani damarlarıdır. İKİNCİSİ, Katâde'den gelen rivayettir ki, buna göre emşâc, nutfenin taşıdığı renkler ve geçirdiği hallerdir. Nutfenin urûku görünüşte meninin liflerinden ibaret zannedilebilirse de nutfe, asıl tohumdan ibaret olan döllenme hücresi olarak düşünülünce onun urûku; damarları, hayatî teşekkülünde taşımış olduğu değişik özellikleri çizen asıl çizgileridir ki ilk şekillenmiş maddesi olan protoplazmasında, çekirdekciğinde, zarında, bünyesine, organizmasına dahil ve nitelikleri içinde insanın özellikleri girmiş bulunan ve özü ve içyüzü henüz bilimsel analizlerin ötesinde atomik inceliklere kadar varan damarlar demek olur ki bunlar önce insan diye anılmayan şeylerden başlamıştır. "Nutfenin renkleri ve geçirdiği haller" deyimi de, nutfe meydana gelene kadar geçirdiği ve anılmayan şeylerden süzüle süzüle halden hale girerek, geldiği birçok süzülme mertebelerindeki hâl ve durumları ile bundan sonra embriyon ve et parçası yapılmak ve yaratılışı tamamlanmak suretiyle geçireceği embriyon ve cenin hallerindeki aşamaları kapsayabilir. Kısaca, insan kendi kendine var olmuş ve olgunlaşmış, başlangıcı olmayan bir varlık olmadığı gibi, bir anda yaratılıvermiş basit bir yaratık da değil, zamanın başlangıcından bu yana devir devir, aşama aşama yaratılagelmiş adı sanı geçmeyen şeylerden süzülüp birbirlerine katıla katıla birleştirilmiş ve terbiye edile edile bir takım nitelik ve özellikler ilave olunarak yetiştirilmiş karışımlardan meydana getirilmiş bir nutfeden yaratılmıştır. Basit olmayan böyle bir nutfenin yaratılması öncelikle her şeyi bilen, hikmet sahibi ve dilediğini yapabilen bir yaratıcının yaratmasına bağlı olduğu gibi, sonra karıştırılacak, birleştirilecek ve terbiye olunacak basit parçaların yaratılmasına, birleştirilmesine ve süzülmesine de doğal olarak bağlıdır. Bundan dolayı insanın yaratılması zamanın yaratılması ile beraber başlamış, bu nutfenin yaratılmasından sonraya kalmıştır. Şu halde bunda ilâhî ilimdeki insan tabiat ve mahiyetinin hiç gereği ve lüzumu yok değil; fakat o tabiat, yaratıcı ve etkileyici olmayıp kendine kalsa hiçbir şey yapamıyacak olan aciz ve muhtaç bir "mümkin"dir. Bu nedenle hüküm tabiatın değil, ona hakim olan yaratıcı, yüce Allah'ındır. O tabiat esasen yok, onun ilminde vardır. Düşünmeli ki basit bir hidrojen diye anılan şey ile "karışık bir nutfe" denilen şey arasında ne büyük fark vardır. Sonra da düşünmeli ki, "karışık bir nutfe" diye anılan şey ile "insan" denilen şey arasında tabiat bakımından aşılmayacak ne büyük bir ilerleme adımı, ne yüksek bir sanat ve kudret eseri vardır. İşte bu âyetler insanlara özellikle bunu duyurmak ve göstermek içindir. Evet, insan kendi kendine olmadığı gibi basit bir yaratılışla da yaratılıvermedi. Yüce Allah insanı ululuk şanı ile gittikçe mükemmelleştirmek ve en aşağı mertebeden kendine doğru en yüksek mertebelere erdirmek üzere, işe yaramazlarını atıp temizlerini süzmek suretiyle karışımlardan meydana gelen bir nutfeden yarattı. Böyle yaratmasının hikmeti şu şekilde açıklanıyor Öyle ki, onu sınamak için evire çevire yarattık. Yani o insanı öyle yaratıp artık işi bitti diye başıboş bırakıvermek için değil, onu bir takım emanet ve yükümlülüklerle yükümlü tutup kendisine duygular, görevler, zor işler yükleterek imtihana çekmek ve Mülk sûresininin başında "Hanginizin amelce daha güzel olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yaratan odur."Mülk, 67/2 diye açıklandığı ve Kıyame sûresinin sonunda "Bunları yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?"Kıyamet, 75/40 diye hatırlatma yapıldığı gibi daha ileri bir âlemde yüksek bir hayata geçirmek üzere halden hale evire çevire yarattık. Bu imtihan ve yükümlülükle ileri doğru sonuçlarını kabul etmesi ve verilen emirleri, yapılan irşadları dinleyip önünü ardını görerek ona göre yoluna gitmesi için yarattık da onu işitici ve görücü kıldık. Gerek kendisinde ve gerek kendi dışında işitilecek, görülecek Kur'ân'daki ve kâinattaki âyet ve delilleri işiticek, görecek, kalp gözüyle bilip ona göre bilinçli bir şekilde görevini yapacak yükümlü bir yaratığa çevirdik. İşte daha önce anılan bir şey değil iken sonra insan diye anılmaya başlayan, sonradan yaratılan bu yaratık; zamanın başlangıcından beri nice hallerden geçirilip, söz edilmeye değmez nice şeylerden süzülüp nice katkılarla karıştırılarak meydana getirilmiş karışık bir nutfeden "O sizi aşama aşama yaratmıştır."Nuh, 71/14 mânâsında evrile çevrile düzgün bir şekilde yaratıldıktan sonra, "Sonra onu bambaşka bir yaratılışla inşa ettik."Müminun, 23/14 ifadesince bambaşka bir ruhani yaratılışa mazhar kılınmış; işitici, görücü kılınıp ölüm ve hayat geçitleriyle imtihan edilmiş, henüz varacağı gayeye varmamış, ölümden sonra da bir hayata aday ve yolcu bir yaratıktır. Şu halde tam anlamıyla işitici görücü olmayan va Rabb'ına karşı görevlerini düşünmeyen kimseler insan ünvanına layık değildirler. Görülüyor ki insanın bu şekilde tanıtımı, onu "konuşan hayvan" diye tanıtmaktan daha derin ve daha güzeldir. "Onu imtihan ederiz" kaydı, genellikle Kur'ân'da ifade edilegelen yükümlülüklerin hepsine işaret olmakla beraber, özellikle Mülk sûresinden beri anlatılan ve bu cümleden olarak Kıyâmet Sûresi'nde tasvir edilen ve bundan sonra da bu sûrede ve gelecek sûrelerde tekrar hatırlatılacak olan insanlığın mukadderatı ile ilgili görev sıkıntılarını ve ceza ve mükafat için yapılacak imtihanları özetle anlatır. "Görücü" vasfı da, yine Kıyâmet Sûresi'nde geçen "Doğrusu insan kendi nefsini görücüdür."Kıyamet, 75/14 âyetini özellikle hatırlatmaktadır. Burada Razî tefsirinde yazıldığı üzere şöyle rivayet olunuyor Hz. Ebubekir bu âyeti işittiği vakit; "Ah ne olurdu, o tamam olsaydı da mübtela kılınmasaydık." demişti. Bu temenni Hz. Ebubekir'in bu âyeti ne ince bir görüş ve seziş ile anlamış olduğunu gösterir. Çünkü bu temennide, insanın eksikliğini ve olgunlaşmak için gelecekle ilgili görevlerinin ağırlığını derinden duyan bir korku seslenişi vardır. Gerçekte bu iki âyet, insanın daha sonra yaratılmasının hikmeti, geçirdiği süzülme mertebeleriyle yaratılış şekli, hâl ve geleceği ile mahiyeti ve alınyazıları bakımlarından çok derin uçları ve ince saçakları kapsayan ve nice nice amellerin analiz ve tetkiklerine müsait esas sınır ve çizgilerini aydınlatan ilâhî sırları özetleyip kısaca bildirmiş; insanın aslını, yaratılışın başlangıcından bu yana en derin, en seçkin damarlarından toplanıp süzülerek özel bir şekilde özümlenen özsu; mahiyetini de, tabiatın kendiliğinden yetişmesi ve atlaması ihtimali olmayan yüksek bir evrim adımıyla doğrudan doğruya yüce Allah'ın sıfat ve fiilini gösteren duyma, görme ve sezme gibi bir ruhani gerçek olarak tarif ederken, yaratılış hikmetiyle bütün kaderini de, bir ucu kendi şuur ve iradesine bağlanmış olan evrim için deneme ve sorumluluk kanununda özetlemiştir. Böylece insan diye anılan şeyin; gayesine ermiş, tam anlamıyla olgunlaşmış ve dehrin son ucuna gelmiş veya ölümüyle bütün kaderi tükenip bitecek bir şeyden ibaret olmayıp, Rabbinden geldiği gibi, "O gün sevk ancak Rabbinedir." Kıyâmet, 75/30 ve "O gün varıp durulacak yer Rabbinin huzurudur."Kıyâmet, 75/12 buyurulduğu şekilde yine Rabbine gitmek üzere altı cehenneme, üstü cennete varan ve tehlike ve sıkıntılarala dolu bir yolun yolcusu olduğu anlatılmıştır. 3. İnsanı imtihan edip denemenin bu iki yönü açıklığa kavuşturulmak üzere buyruluyor ki Kuşkusuz biz ona doğru yolu gösterdik. Bu yol "O gün sevk ancak Rabbinedir."Kıyamet, 75/30, "O gün varılıp durulacak yer Rabbinin huzurudur."Kıyamet, 75/12 ve "Elbette sonunda Rabbine gidilecek."Necm, 53/42 meâlindeki âyetler ve benzerlerinin anlattığı ve Fâtiha'da ifade edildiği gibi doğrudan doğruya Allah'a ve onun katkısız nimetlerine götüren ve Kur'ân ile çağrılan hak İslâm dinidir. Yani insanın içinde ve dışında, başlangıç ve gayesiyle hak yolu göstermek üzere işitilecek, görülecek ve düşünülecek Kur'ân ve kâinat âyetleri, naklî ve aklî deliller, alâmetler ortaya koyarak ve ona görme, işitme ve sezme kuvvetleri vererek nereden gelip nereye gideceğini ve son gayeye ermek için Rabb'ına hangi yoldan gitmek ve ne gibi görevleri yapmak gerekeceğini anlatarak irşat ettik. Gerek şükredici olsun o insan, gerek nankör kâfir. Yani isterse o irşat ve hidayet nimetinin kıymetini bilerek Rabbine şükretmek üzere iman ve iyi niyetle o hak yoluna girip sıkıntılara göğüs gererek çalışsın, olgunlaşma gayesine doğru yürüsün; isterse nankörlükle küfredip yükümlülük ve olgunlaşmadan kaçınarak, bu irşat ve hidayete karşı işitmez ve görmezden gelerek bu imtihan âlemi olan dünya hayatında kalmak istesin. Bu cihet kendisine, kendi tercihine bırakılmıştır. Her iki durumda da yol gösterilmiş bulunuyor. Bu hidayet ve irşattan sonra insanı "şükredici" ve "nankör" diye ikiye ayırmada, bir taraftan şükretmeye teşvik, bir taraftan da küfürden sakındırmak için "Dilediğinizi yapın"Fussilet, 41/40 tarzında insanın ihtiyarına hitap eden ve kısaca ifade edilmiş bir vaad ve tehdit vardır. Bu nedenle "leff ü neşr-i gayr-i müretteb" üslûbu ile küfr ve nankörlükten sakındırmanın illeti, 4. Çünkü biz kâfirler için zincirler, tomruklar ve bir cehennem, çılgın bir ateş hazırlamışızdır, yani, dileyen bunları seçsin fakat bunlar kalp gözüyle görebilecek olanlar için seçilecek, dayanılabilecek şeyler olmadığından her halde küfürden ve nankörlükten sakınmak gerekir, meâlinde kısaca anlatıldıktan sonra şükür ve iman, iyilik ve ihsan ile çalışanların ruhlarının temizliğiyle hayat tarzları yaşam biçimleri ve gayretlerinin ürünleri, dünya hayatının geçici zevklerine ve kadehi devrilmeye hazır sersemlik veren içki âlemlerine düşkün olanları imrendirecek ve hasretlerini artıracak bir biçimde açıklanmak üzere buyruluyor ki haberiniz olsun ki, iyiler... 5. "EBRAR, "berr" kelimesinin çoğuludur. Nitekim "rabb" kelimesinin çoğulu da "erbâb" gelir. "Fâil" kalıbı "ef'âl" şeklinde çoğul yapılabildiğine göre, bu kelimenin "bârr" kelimesinin çoğulu olabileceği söylenmiştir. Berr, iyilik sahibi, tam anlamıyla hayır sahibi, itaat edici, iyi insan demektir. "Allah hakkını edâ eden ve adağını yerine getiren kimse" diye de tarif edilmiştir. Hasen'den, "karıncayı incitmez, kötülüğe razı olmaz kimse" diye de rivayet edilmiştir. Bakara Sûresi'ndeki "Yüzlerinizi doğu ve batı tarafında çevirmeniz hayır ve itaat değildir."Bakara, 2/177 âyetine ve Al-i İmrân Sûresi'ndeki "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe hayır ve itaata eremezsiniz."Âl-i İmran, 3/92 âyetine bkz. BÂRR, iyilik yapıp ihsanda bulunan ve bir de sözünde ve yemininde duran kimse mânâlarına gelir. Burada şükredici olanların güzel halleri ve onları bekleyen mutlu son anlatılırken onlardan "ebrâr" diye söz edilmesi bir tarif demek olup, bunların bu yüksek ikramlara bu vasıflardan dolayı nâil olduklarına, yani şükürden maksadın amel ederek şükretme olup bunun iyilik, hayır, ihsan ve doğru sözlülükle yerine getirileceğine bir dikkat çekmedir. İşte böyle iyilik ve hayır sahibi iyi kişiler içerler yani, ahirette içecekler. Kâfirlerin seîr denilen cehennemde yanmaları ahiretteki sonları olduğu gibi, bunun karşılığında zikredilen iyilerin içmesinden maksat da ahiretteki içmeleri demek olur. Bir kâseden ki KE'S, kâse demektir. Yukarılarda da geçtiği gibi dolu kadehe denir. Boş olursa ke's denmez. Meşhur mânâda bunun hakikatı, içinde içki bulunan kadehin kendisidir. Özellikle içindeki içkiye de denir. İçki içenlerin asıl maksadı neticede içkinin vereceği neşe olduğu için daha sonraları bu kelime zikr-i sebeb irade-i müsebbeb sebebi söyleyip neticeyi kastetme yoluyla tam neşeden mecaz olarak kullanılmıştır ki, edebiyatta bu mânâda kullanılışı yaygın olmuştur. Şu halde "tam anlamıyla dolgun, vereceği neşe içinde hiç sarhoşluk ve sersemlik bulunmayan, o anda ve daha sonra her türlü gam ve kederden uzak saf ve duru bir hayat zevki, demek olur. Böyle bir hayat ise, "Kuşkusuz ahiret yurdu, işte gerçek hayat odur."Ankebut, 29/64 delilince ancak ahiret hayatıdır. Çünkü dünyanın hiçbir neşesi yoktur ki içinde bir keder ve başağrısı bulunmasın. Bu mânâda tarihçi Âli ne güzel söylemiştir Neşe ümid ettiğin sâgar da senden gamlıdır. Bir dokun bir ah dinle kase-i fağfûrdan. Bu nedenle "ke's" demekle gözetilen "tam neşe" mânâsı dünya kadehlerinde, dünya şaraplarında yoktur. Bunlar bir neşeye karşılık bir türlü yıkımla doludur. Bundan dolayı Kur'ân'da dünya şarabı "Şeytanın işinden bir pislik"Mâide, 5/90 ve "Günahları faydalarından büyüktür." Bakara, 2/219 diye nitelendiği halde, ahiret şarabı "Tertemiz bir içecek" İnsan, 76/21 şeklinde nitelenmiştir ki bu, dünyada ancak mutlak bir iman, tertemiz bir aşk neşesi ile ruhani bir gaye halinde düşünülebilir. Bunda cismani zevkten ruhani zevke, geçici güzellik aynasından mutlak güzelliğin şevkine geçen öyle derin ve sonsuz bir sevgiliye kavuşma neşesi vardır ki yolunda dünyadan geçilir, canlar feda edilir Cânı cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil! Ne niza eyliyelim, ol ne senindir, ne benim denilir. İşte bu neşeyi duyanlardır ki, "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Aksine onlar Rab'ları katında diridirler."Âl-i İmran, 3/169 ve bir de "İşte onlar, en ileri giden sıddıklardır. Şehitlerin mükâfatı Rab'ları katındadır. Hepsinin ecirleri ve nurları vardır."Hadid, 57/19 müjdeleriyle Allah katında ebedi hayatta neşe ile dopdolu olurlar. Bu ahiret neşesinden gafil olup da bütün lezzetlerini dünya hayatının zevkinde tüketmek isteyenler, dünya elemlerini yalnız dünya şarabının dolmak ihtimali olmayan ve az bir neşeye karşılık türlü acılıklar, türlü başağrılarıyla bulaşmış ve sonunda kırılmaya mahkum bulunan boş ve eksik kadehinde aradıkları için yüce Allah onlara rağmen iyi kişilerin temiz ruhlarıyla duyacakları ahiret zevkini ve sonsuz hayat neşesini, birçok sûrede olduğu gibi burada da dolgun bir içki kadehi ve temiz bir içki demek olan "şürbi, ke's" ve "şarab-ı tahur=tertemiz şarap" zevk ve neşesi şeklinde beyan edip açıklamıştır. Bu kadeh ile içilen içkinin karışımı dünya içkilerinin karışımına benzemeyip her türlü kusurdan ve hoşa gitmeyen kokulardan arınmış, son derece temiz ve sonunda açıklanacağı üzere bir "şarâb-ı tahur" olduğu anlatılmak üzere buyruluyor ki Onun, yani o kadehin karışımı bir kâfur olmuştur. MİZÂC, alet bildiren bir isim mânâsında olarak bir şeye katılan katkı demektir ki, özelliği bunda görünür. Mesela, bir şerbete katılan gül suyu onun mizacı, katkısı olmuştur. Sonundaki zamiri, kâsenin yerini tutmaktadır. Ke's, dolu kabın kendisinin ismi olduğuna göre, kâfur, kadehin katkısı olmuş olur. Bu ise, o kâsenin sırçası, "gümüşten billurlar" âyetinden de anlaşılacağı üzere kâfur tabiatında beyaz ve hoş demek olabileceği gibi, o kasenin içine katılan içkinin kâfur özelliğinde, görülmedik bir içki demek olduğunu da ifade edebilir. Bundan başka "katkısı olmak", kabın kendisinden ziyade içindeki içkiye daha uygun olacağına göre burada "kâse"den maksat, içindeki içilecek şey demek olup bunun katkısı da o içilecek içkiye katılan temiz ve hoş bir katkı demek olur. Önceki mânâya göre kâfur, bildiğimiz mânâda düşünülebilir. Bilindiği gibi kâfur, beyaz ve hoş bir renkte, güzel kokulu, serin, antiseptik yani kötü kokuya karşı ve doğal olarak kalbi kuvvetlendirme özelliğini taşıyan meşhur bir şeydir. Bir kâsenin kendisinin bu tabiatta olması onun temizliğini, hoşluğunu, güzelliğini ifade eden eşsiz bir "istiare-i temsiliyye" olur. İkinci ve üçüncü mânâlara göre ise kâfur, bilinen mânâsında değil, dünyada bilinmeyen bambaşka bir içki veya içki katkısı demek olur. Gerçekte bu mânâ ile kâfur, cennet çeşmelerinden bir çeşmenin ismi diye rivayet edilmiştir. Buna göre o iyi kişiler, o dolgun kadehten bu kâfur denilen çeşmenin suyunu veya içine o çeşmeden katılan bir cennet şarabını içecekler demek olur. 6. Bu takdirde "bir kaynak" sözü, kâfurdan bedel veya onun açıklayıcısıdır. Yani, o kâsenin katkısı olan kâfur, bir ayn, bir çeşme, başka bir tâbirle bir kaynak, bir kaynak gözü, bir pınardır. İkinci ve evvelki takdirde ise "içerler" fiilinin mefûlü tümlecidür. Yani katkısı kâfur olan o kâseden, hiç durmadan akan ve sonsuz hayat kaynağı olan bir çeşme suyu veya o su ile karıştırılmış bir içki içerler. Buna Vâkıa Sûresi'nde imanda en ileride olanların nitelikleri anlatılırken "Akan içki kaynağından doldurulmuş kadehler. Ondan başları ağrıtılmaz, akılları giderilmez."Vâkıa, 56/18, 19 denilmiş, Saffât Sûresi'nde de, "Maîn'den doldurulmuş bir kadehle onların etrafında dolaşılır. Bembeyaz, içenlere lezzet verir. Onda ne bir zararlı sonuç vardır, ne de içenlere sarhoşluk verir."Sâffat, 37/45-47 denilmiştir. Bu sûrede geçen "kâfur", Saffât Sûresi'nde geçen "bembeyaz, içenlere lezzet verir" ve Muhammed Sûresi'nde geçen "Tadı değişmeyen sütten ırmaklar."Muhammed, 47/15 gibi nitelikler birbirlerine yakın mânâdadırlar. O kâfur veya o içtikleri öyle bir çeşme ki Onunla, yahut ondan Allah'ın kulları içer, güzel yollarla onu akıtırlar da akıtırlar. İstedikleri yerlere kolay kolay akıtırlar, diledikleri gibi kana kana içerler. Abdullah b. Ahmed'in "Zevâidü'z-Zühd"de İbnü Şevzî'den rivayetine göre bu kaynağın altın boruları vardır, su onları takip eder. Burada "Allah'ın kulları", yine o anlatılan iyi insanların kendileri, içme de daha önce anlatılan içmenin açıklaması olmak ihtimali var ise de, bunun genel mânâda olması daha açıktır. Bu duruma göre çeşme, o iyi kulların dünyada yaptıkları hayırlar; Allah'ın kullarının ondan içmesi, herkesin ondan faydalanması; iyi kulların kâfur katkılı dolgun kadehten içmeleri de, ahirette onun sevabından elde ettikleri sonsuz mutluluk neşesi demek olur. 7. Bunun şu şekilde izahı da bu mânâyı anlatır "Adaklarını yerine getirirler..." Çünkü bu âyetler o "iyi kul" deyiminin özet olarak anlattığı mânânın bir tür açıklaması olmak üzere onların ahirette bu murada ermelerine vesile olan dünyadaki hallerini, ahlâklarını, ruh hallerini, fikir ve gayeleri ile hayır işlerinin esasını ve meyvelerini açıklamaya başlamaktadır. Yani, "onlar nasıl o iyiliğe erer, o pınarın suyunu akıtırlar?" denilirse, buyruluyor ki, "adaklarını yerine getirirler." NEZR, bir şeyi yapmayı üzerine almak ve adamak demektir ki, bir kimsenin, üzerine gerekli ve vacip olmayan hayırlı bir işi kendine vacip kılarak "yapayım" diye üzerine almasıdır. Kuşkusuz, kendine vacip olmayan nafileyi üzerine alıp da onu yerine getiren kimseler, kendilerine vacip olan vazifeleri haydi haydi yaparlar. Bu nedenle âyeti, gerek kendilerinin vacip kılması ve gerek yüce Allah'ın vacip kılmasıyla üzerlerine vacip olan her türlü vazife ve görevlerini yerine getirirler demek olur. Böylece bu âyet, "Onlar emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler."Müminun, 23/8 âyetinin mânâsı ile, "Kul bana nafilelerle devamlı yaklaşır. Neticede ben onun kulağı, gözü... olurum." kudsi hadisinin mânâsını kapsar. "Yerine getirirler" fiili de muzari sigası geniş zaman kipi ile bunu yerine getirmeye devam ettiklerini ifade eder. Yani, bir iki defa yerine getirmekle kalıvermez, devamlı yerine getirip dururlar. Hem de yaptıklarıyla gururlanıp da "artık yetişir" diye gafil davranmazlar. Ve kötülüğü yaygın olan bir günden korkarlar, o endişe ile korunur dururlar. 8. MÜSTATÎR; uçan, uçuşan, yangının veya sabah aydınlığının yayılması gibi ufuklara dağılıp yayılma kabiliyetinde olan demektir. "Seve seve yemek yedirirler". Burada sözü, sonundaki zamirin yerini tuttuğu isme göre iki mânâ ifade eder BİRİSİ, yemeğe sevgileri, yani kendi ihtiyaçlarından dolayı istek ve arzuları bulunmasına rağmen, demektir ki, "Sevmesine rağmen mal verdi."Bakara, 2/177 ve "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe ulaşamazsınız."Âl-i İmran, 3/92 âyetlerinin ifade ettiği mânâ budur. BİRİSİ de, o yedirmeyi istemeye istemeye değil, can ü gönülden isteye isteye, seve seve yaparlar demektir ki, her birinin bir izah ve yorumu vardır. "Miskine, yetime ve esire" yedirirler. MİSKİN, kendi kendine bir şey kazanmaktan aciz kimse demektir. YETİM, kendisi için kazanç temin eden ölmüş, kendisi de kazanç elde etmekten aciz mânâsınadır. ESİR, köle olup olmamaktan, müslüman olup olmamaktan daha genel olarak, hangi esir olursa olsun demektir. Burada esirlere, düşkünlere güzel muamele yapılmasına önemli bir şekilde dikkat çekilmektedir. Esir, kendisine öldürme veya başka herhangi bir muamele yapılmaya mahkum bir durumdadır. Onu öldürmek gerekirse önce öldürmeli, fakat esirlik zincirine vurulduktan sonra da işkence etmeyip mümkün olabildiği kadar insanca bakmalıdır. Rivayete göre, Hz. Peygamber'e bir esir getirilir, o bu esiri müslümanlardan birine teslim eder, "buna ihsan et, güzel bak" diye emrederdi. Esir iki üç gün onun yanında kalır, esire, onu kendi nefsine tercih edecek şekilde bakardı. Katâde şöyle der "O gün onların esirleri müşriklerdi. Senin müslüman kardeşin ise elbette doyurmana daha layıktır." Müslüman bir esire yardım, daha çok onu esirlikten kurtarmaya çalışmakla olur. Sonra onlar bu yemek yedirmeden bir menfaat ve karşılık beklemezler. 9. "Biz sizi Allah için doyuruyoruz." derler. Fakat bunu açıkça yüzlerine söylemez, içlerinden ve halleriyle söylerler. Onun için burada "böyle derler" diye açıkça söylenmemiş, dolaylı olarak ifade edilmiştir. Lİ VECHİLLAH, Allah yüzü, devamlı olan ahiret yönü, Allah rızası için demektir. 10. Abûs çirkin suratlı, yani "içinde bulunanların yüzlerini ekşitip fenalaştıracak olan kara gün", çatık suratlı deniliyor ki, bu kelime, devenin dölleme sırasında kibir ile veya doğururken sıkıştırma halinde kuyruğunu kaldırıp burnunu çevirerek ve yanlarını derleyerek aldığı çalımlı veya sıkıntılı durumunu anlatan sözünden alınarak, iki gözünün arasını çatıp şiddetle alın buruşukluğu gösteren, yani son derece çirkin veya kötülüğü birbirine girmiş gibi zorlu ve dehşetli veya uzun, uzayıp giden mânâları ile tefsir edilmiştir ki o gün, kıyamet günüdür. 11. "Allah onları o günün kötülüğünden korur ve onlara parlaklık ve sevinç verir". Bu âyetler de dünyadaki o ruh hali ile çalışma ve gayretin sonundaki semeresini, ahiretteki neticesini açıklamaya başlarlar ki bu, "bir kadehten içerler" âyetiyle kısaca anlatılan neşe ve mutluluğun izah ve açıklamasıdır. 12. "Sabırlarına karşılık onlara verilir", bununla, sabrın, iyi kişilerin muvaffak olma sebeblerinden biri olan en seçkin özellikleri olduğuna ve böylece aynı anda hem şükrettiklerine, hem de sabrettiklerine işaret olunmuştur. Cennet, yani diledikleri gibi yiyip içecekleri, gönülde yer alan, hoş bir bahçe. Ve bir ipek. "Orada giysileri de ipektir."Hacc, 22/23; Fâtır, 35/33 âyetinde de belirtildiği gibi, bir ipek ki onu giyip süslenirler. 13-14. Bu yüzlerindeki parlaklık ve içlerindeki sevinç, bu cennet ve ipek şu hâl ile ifade ediliyor Koltuklar üzerine dayanıp kurularak. ERİKE, gelin odasına kurulan yatak, donatılmış koltuk demektir. Orada zemherî, yani şiddetli bir soğuk da görmezler. Çünkü aşırı sıcak azap olduğu gibi aşırı soğuk da azaptır. 15. Gümüşten sırça kaplar, billurlar. Bilindiği gibi gümüş ile sırça billurun tabiatları farklıdır. Gümüşten sırça veya billur olmamak gerekir. Fakat burada eşsiz bir istiare yapılmış, gümüş beyazlığı ile billur berraklığının saflığını içeren çeşitli biçimde kaplar tasvir edilmiştir ki bunda kâfur katkısına da işaret vardır. 16. Gümüşten sırça kaplar, billurlar. Bilindiği gibi gümüş ile sırça billurun tabiatları farklıdır. Gümüşten sırça veya billur olmamak gerekir. Fakat burada eşsiz bir istiare yapılmış, gümüş beyazlığı ile billur berraklığının saflığını içeren çeşitli biçimde kaplar tasvir edilmiştir ki bunda kâfur katkısına da işaret vardır. 17. "Orada onlara dolu bir kadeh sunulur ki, katkısı zencebildir". ZENCEBİL, zencefil dediğimiz bilinen hoş kokulu baharatın ismidir ki bazı içeceklere katılınca hoş bir lezzet ve koku meydana getirir. Önce kâfur katkılı kadeh, burada da zencefil katkılı kadeh denilmesinden ve birinde "içerler", öbüründe de "onlara içirilir" tabiri kullanılmasından iki tür kadeh anlaşılıyor ki birinin çalışarak kazanıldığına, diğerinin Allah vergisi olduğuna işaret olsa gerektir. 18. "Selsebil" SELSEBİL, bunun ilk önce Kur'ân'da işitilmiş bir kelime olduğu söylenmiştir. Selsel ve Selsâl gibi, akıcı olmak ve peşpeşe akıp gitmek mânâlarıyla ilgili olarak "akımı ardarda olan ve içimi ve yudumu boğaza dokunmayacak şekilde gayet kolay ve tatlı" mânâsını ifade ettiği de söylenmiştir. Mücahid, "akımı kuvvetli, içimi kolay" demiş; Mukatil de, "suyu, istedikleri yere diledikleri gibi akar bir pınar" demiştir. Katade'den rivayet olunduğuna göre, "Arş'ın altında Adn cennetinden fışkırıp bütün cennetlere akan bir pınardır". Ebu Hayyan der ki Bu kelimenin zahirinden anlaşılan bunun bir isim olmayıp "yutulurken akıcı, tadılması kolay" şeklinde bir nitelik bildirmiş olmak gerektir. Çünkü gerçekten isim olsaydı gramer bakımından, müennes ve özel isim olduğundan dolayı, gayr-i munsarif olmak gerekirdi. Bununla beraber gibi, fâsılaya riayet için tenvinlenmiş olması da düşünülebilir. Bazıları da bunun, "bir yol iste" mânâsına gelen sözünden nakledilmiş bir isim olması ihtimalini söylemişlerdir ki, "ona bir yol arayanlar, ondan içebilirler" mânâsını dolaylı olarak gösterir demektir. 19. "Etraflarında ölümsüz hizmetçiler dolaşır..." 20. Orada gördüğün vakit, yani o cennette gözün her nereye ilişse bir nimet ve pek büyük bir mülk görürsün, kederden, kin ve hileden uzak, katıksız bir nimet ve anlatılamayacak büyük bir saltanat ki bu, duyu organlarıyla hissedilebilen ve akılla düşünülebilen nimetleri kapsar. Bazıları da şöyle der O büyük mülk, bir şey meydana getirmek ve bunu dilemek mülküdür ki, onlar bir şeyin olmasını istedikleri zaman o şey hemen oluverir. İşte bu "neye baksan" şeklindeki hitapta Resulullah ve ümmetine bunu bir vaad vardır. 21. "Onların üzerinde vardır". Bu, o nimete sahip olan kişilerin görüldükleri sıradaki veya etraflarında dolaşılırkenki hallerini açıklamaktadır. Yani "sen gördün" mânâsından veya "onların etrafında dolaşır" âyetindeki zamirden veya ta yukardaki "yaslanmışlardır" sözünden hal olarak ipeği açıklamaktadır. Yani, o nimet içindeki kişileri gördüğün vakit veya ölümsüz hizmetçilerle etraflarında dolaşıldığı veya koltukları üzerine oturdukları sıradaki halleri, üstlerinde giyim yahut üst taraflarında tezyinat olarak yeşil sündüs giysiler vardır, yani sündüs adı verilen gayet ince ve zarif ipek kumaşlardan yeşil giyecekler "ve istebrak vardır". Yani kalın veya sırmalı ipek kumaşlar ki "Sündüs ve atlastan elbiseler giyerler."Duhan, 44/53 mânâsınca sırasına göre giyinirler veya oturdukları yerler aşağıdan yukarı ve yukardan aşağı bunlarla donatılmıştır. Aslı Arapça olmayan bu "sündüs" ve "istebrak" kelimeleri hakkında çok söz söylenmiş ise de bizim anlayacağımız ince ve kalın ipek kumaşların en güzelleridir. Ve gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir. "Onlar süslenmişlerdir." cümlesindeki zamir, hizmet eden ölümsüz hizmetçilerin yerini tuttuğuna göre, bunların böyle süslenmeleri akla uygundur. Cennetteki kadınlar hakkında da yaraşır. Erkekler hakkında bu tarz süslenmek nasıl övülebilir? diye bir soru akla gelebilir. Bunu cennettekilerin zevkine havale etmek şeklinde bir cevap yeterli olabilirse de bunun akla uygun bir yorumu da yok değildir. Çünkü kollarındaki bu bilezikler, cennet ehlinin dünyada elleriyle yapıp uzmanlaştıkları salih amellerin simgesi olan mükafattır. Bazı âyetlerde altın ve gümüş bilezikler diye bunların derecelerindeki farklılığa da işaret buyurulmuştur. Bazıları, "gümüş hizmet edenlerin, altın ise hizmet edilenlerindir. Burada hizmet edenlerin süsü olması itibarıyla gümüş denilmiştir" demişlerse de altının parlaklığına karşılık gümüşün rengindeki beyazlığın daha çok samimiyet ve saflığı simgelemesi ve bir de altına oranla çokluğundan dolayı herkese yararı daha kapsamlı olması nedeniyle burada sade gümüş denilmiş olması daha uygundur. Sonra şu da unutulmamalıdır ki, bu gümüş, bildiğimiz gümüş değil, o âleme özgü bir gümüştür. Bütün bunların yanında bu âyet, cismâni ve ruhanî bazı işaret yollu mânâlar da ilham edebilirse de onlar zevklerin inceliklerine ait sırlardır. Bütün bunlar en son olarak şu zevk ve neşede özetlenmiştir ve onlara Rablari tertemiz bir şarap sunmaktadır. Ki hem temiz, hem de hiçbir keder ve leke bırakmayacak şekilde son derece temizleyici bir şarap daha önce söz edilen biri kâfur katkılı, diğeri zencefil katkılı iki türün ikisinden de üstün ve doğrudan doğruya âlemlerin Rabbı tarafından içirilen, hiçbir katkı katılmamış, mutlak bir şekilde saf ve temizlik vasfıyla seçkin tertemiz bir içki. Bu, Hakk'ın cemaline kavuşma neşesidir. Bu şarabın temizliği ile ilgili gelen rivayetler Ebu Kulâbe'den şöyle rivayet edilmiştir Yiyecek ve içecekler verilir. En sonunda da tertemiz bir şarap sunulur ki, bununla kalpleri ve bütün içleri tertemiz olur ve dışlarından misk kokusu gibi bir ter halinde taşar. Mukâtil'den de şöyle rivayet edilmiştir Bu, cennet kapısında bir kaynaktır ki her kim ondan içerse yüce Allah onun kalbinde kin, hile ve hasetten veya içinde kirden lekeden eser bırakmaz, hepsini çekip çıkarır "Kalplerindeki kini söküp attık. Kardeşler olarak divanlar üzerinde karşı karşıya otururlar."Hicr, 15/47 Öte yandan bu şarapta, dünya şaraplarında bulunan lekelerden eser yoktur. Bazıları da şöyle demiştir Bundan maksat sırf ruhanî olan bir şaraptır ki, bu insanı Allah'ın dışında her şeyden uzaklaştıran ilâhî tecellidir. "Bir duruluk var, su yok; bir hoşluk var, hava yok; bir nur var, ateş yok; bir ruh var, cisim yok". İbnü Fârıd'ın "Hamriyye kasidesi"de bu mânâ üzere yazılmıştır. Mesela "taıyye" "tâ" harfi ile biten kasidesindeki şu beyit ile de bunu kastetmiştir "Bana içirdiler de, "şarkı mırıldanma" dediler. Oysa bana içirdiklerini Huneyn dağlarına içirselerdi dağlar şarkı söylerdi". Hikâye olunduğuna göre, Bâyezid-i Bestami'ye bu âyeti sormuşlar. Demiş ki "Allah onlara tertemiz bir şarap sundu. Onlardan başka şeylerin sevgisini temizledi." Sonra da şöyle demiş Yüce Allah'ın bir şarabı vardır ki, onu kullarının en erdemlileri için saklamıştır. Bu şarabı onlara doğrudan doğruya kendisi içirir. İçtilermi coşarlar, coştularmı uçarlar, uçtularmı ererler, erdilermi ayrılmazlar. Onlar "Sadakat meclisinde, kudreti sonsuz bir hükümdarın huzurundadırlar."Kamer, 54/55 sırrına ermişlerdir. Razî, yazdığı yorumların sonunda işaret yollu bir mânâ ile buradaki içkilerin hepsini böyle bir ruhânî tarzda anlatarak der ki Ruh, melekler âlemindendir. Büyük ve ulu meleklerin cevherlerinden bu ruhlar üzerine taşan nurlar, susuzlukları gideren ve vücudu kuvvetlendiren tatlı suya benzer. Kaynak suları ve pınarlar durulukta, çoklukta ve kuvvette farklı oldukları gibi, ulvî nurların fışkırdığı kaynaklar da böyledir. Bazıları soğuk ve kuru tabiatte kâfura benzerler. Bunun sahibi dünyada korku, ağlama ve sıkıntı makamındadır. Bazıları da sıcak ve kuru tabiatte zencefil gibidirler. Bu halin sahibi de yüce Allah'tan başka şeylere az iltifat eder, maddeye ve cisimle ilgili şeylere az önem verir. Sonra insan ruhu kaynaktan kaynağa, nurdan nura naklolur, gider. Hiç kuşku yok ki sebepler ve bunların neticeleri mutlak nur olan yüce Allah'a yükselerek son bulurlar. Bu makama ulaşıp o şaraptan içince önce içilen içkilerin hepsi hazmedilir hatta yok olur. Çünkü yüce Allah'ın yücelik ve azametinin nuru karşısında Allah'tan başka olan her şeyin nuru yok olur. İşte pek doğru kişilerin yollarının sonu; yükselme ve olgunlaşmada derecelerinin en son noktası budur. Bu nedenle yüce Allah iyi kulların sevaplarını zikrederken bu âyeti ile konuyu bitirmiştir. 22. Şöyle diyerek ki İşte bu, sizin için hazırlanmış bir karşılık idi ve çalışma ve gayretiniz karşılığını buldu. Dünyadaki çalışmalarınız boşa gitmedi; kıymeti takdir olunup daha büyük bir mükafat ile karşılandı. Bu hitap, cennetlikler cennete girip kendileri için hazırlanmış olan nimetleri gördükleri zamanki kutlama ve tebrik hitabını hikâyedir. Yani o zaman böyle denecektir. Allah'ın ilmindeki ezeli takdiri haber vermek suretiyle dünyadakilere bir vaad hitabı olma ihtimali de vardır. Kâfirlere hazırlanan zincir, bukağı ve cehenneme karşılık şükredenlere, iyi kullara hazırlanan gönül ve yüz aydınlığı, cennet, ipek, o saf nimetler ve büyük mülk ile tertemiz şarap, karşılığı verilen çalışma ve gayretin aşırı derecedeki neşesini beyandan sonra "Biz ona hidayet yolunu gösterdik." âyetinin mânâsının gerçekliğini göstermek ve konuyu açıklığa kavuşturmak için buyruluyor ki Meâl-i Şerifi 23- Kur'ân'ı sana kısım kısım biz indirdik biz. 24- O halde Rabbinin hüküm vermesi için sabret. Onlardan hiçbir günahkâra yahut nanköre itaat etme. 25- Sabahakşam Rabbinin ismini an. 26- Gecenin bir bölümünde de O'na secde et akşam ve yatsı namazlarını kıl. Hem de O'nu uzun bir gece tesbih et teheccüd namazı kıl. 27- Çünkü onlar bu dünyayı seviyorlar ve önlerindeki ağır bir günü arkaya atıyorlar. 28- Onları biz yarattık ve mafsallarını sımsıkı bağladık. Dilediğimiz vakit de kılıklarını değiştiririz. 29- İşte bu bir öğüttür. Dileyen Rabbine giden yolu tutar. 30- Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Kuşkusuz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. 31- Allah dilediğini rahmetine sokar. Zalimlere ise, acıklı bir azap hazırlamıştır. 23. Sana başkası değil, biz indirdik, biz Kur'ân'ı. İnsana doğru yolu gösteren ve o tertemiz şarap neşesini sunan Kur'ân'ı kısım kısım indirdik yani bir defada değil, zaman zaman aralıklı olarak, yirmi üç senede, azar azar. İlk insanın yaratılışında olduğu gibi, bunda da basamak basamak olgunlaşma ve yükselme kuralına bir uygunluk vardır. Bununla önceden zikredilmeyen birçok şey olacak ve bu vaad edilen şeyler kesinlikle gerçekleşecektir. 24-25. Onun için acele etme de Rabbinin hüküm vermesi için sabret. Bugün son zafer ve başarıya erdirmeyip de yükümlü tutup, imtihan ettiği bir takım gayret ve didinmelerin zorluğuna dayan, ilerde vereceği hükmü gözet, çünkü bu çekilen zahmetlerin güzel bir sonu var sabırsızlık edip de o insanlar içinden bir günahkâra yani günaha çağıran bir günahkâra veya küfre çağıran nankör bir kâfire itaat etme. Rabb'ının ismini an. "Bir de sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin."Bakara, 2/45 âyetinin mânâsınca sabır ile beraber ezana ve namaza devam et. "Sabah akşam". BÜKRA, erken demektir. "Er"sözü, sabah ve sabahtan öğleye kadar olan süre için kullanılır. ASÎL, ikindi ve akşam üzeri mânâlarına gelmekle beraber öğleden akşama kadar olan zamana denir. Buna göre "sabahtan akşama kadar" demek olup bunun içinde sabah, öğle ve ikindi namazları vardır. 26. ve geceden de, yani gecenin bir kısmında da Ona, yani Rabbına secde et. Burada "fâ" ile "secde et" emri, "zikret" emrini de beyan ederek ondan da maksadın namaz olduğunu anlatır. Secde, "zikr-i cüz, irade-i kül" bir bütünün bir parçasını zikredip tamamını kastetme yoluyla namazdan mecazdır. Yani secde zikredilmiş, namaz kastedilmiştir. Gecenin bir kısmı ve parçası da akşam ve yatsı demek olur. Hem de onu, uzun gece, yahut geceleyin uzun uzadıya tesbih et. Bunda da Müzzemmil sûresinde geçtiği üzere Peygamber'e teheccüdün vacip olduğuna bir dikkat çekme olmakla beraber, Rabbinin hükmü gelinceye kadar sabredilmesi emredilen müddetin uzun bir gece gibi geleceğine ve onun, Allah'ı tesbih edip noksan sıfatlardan uzak tutarak uyanık bir şekil de ibadet ve hazırlık ile geçirilmesi gerektiğine de işaret vardır. Bu işaretin, dolayısıyla ümmete ait olacağı da unutulmamalıdır. 27. Çünkü onlar, yani kâfirler "peşini", yani dünyayı seviyorlar", "ağır bir günü arkalarına atıyorlar". Bu ağır gün, önlerinde bulunan kıyamettir. 28-29. "Eklem yerlerini bağladık". Esaret maddesi olan esr, aslında sıkı bağlamak mânâsına mastar olup bağlama vasıtası olan bukağı ve bağ için de kullanılır ki, burada yaratılış bağları, bedenlerin eklemlerini bağlayan damar, sinir ve adeleler gibi bağ vasıtaları ile tefsir olunmuştur. Biz bu "şedd-i esr" sözünü meâlde "kundakları bağlamak" şeklinde ifade etmeyi uygun bulduk. "Dilediğimizde yerlerine benzerlerini getiririz". Burada "tebdil-i emsâl = yerlerine benzerlerini getirme" mimin kesriyle misil'den, kendilerini yok eder, yerlerine diğer benzerlerini yaratırız mânâsına, tebdil-i zevat yani zatlarını değiştirme mânâsına da olabilirse de, sıfat ve kılık mânâsına mimin fethasıyla mesel'den türetilerek "sıfatlarını, niteliklerini değiştirme" mânâsına olmak daha uygundur. Nitekim Vâkıa Sûresi'nde, "Kılıklarınızı değiştirmek ve sizi bilmeyeceğiniz bir yaratılışla yaratmak üzere.."Vâkıa, 56/61 âyetinde bu mânâ açık idi. 30. "Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz". Bu âyet "cebr ve kader" meselesinde fikirlerin çarpışma sahası olmuş ise de bunda kulların dileme hak ve yetkisi olduğunda, bununla beraber bu dilemelerin mutlak olmayıp Allah'ın dilemesine uygunlukla kayıt altına alındığında şüpheye yer yoktur. Dolayısıyla sorumluluk kula, hüküm Allah'a aittir. Onun için kul, kendi kaderini kendi keyfine göre çizemez. Kul, Allah'ın dilemesi çerçevesinde sorumludur. Yüce Allah ise, hiçbir kayda bağlı olmadan dilediğini yapar. Yol, onun tayin ettiği; sevap ve ceza da onun hükümleridir. ❬ Önceki Sonraki ❭ فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ ٱللَّهِ لِنتَ لَهُمْ ۖ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ ٱلْقَلْبِ لَٱنفَضُّوا۟ مِنْ حَوْلِكَ ۖ فَٱعْفُ عَنْهُمْ وَٱسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِى ٱلْأَمْرِ ۖ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى ٱللَّهِ ۚ إِنَّ ٱللَّهَ يُحِبُّ ٱلْمُتَوَكِّلِينَ Elmalılı Hamdi Yazır Sen o zaman, sırf Allah´ın rahmetiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları sen bağışla, onlar için Allah´dan mağfiret dile. Yapacağın işlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah´a dayan. Muhakkak ki Allah kendine dayanıp güvenenleri sever. 99-ZİLZAL 1. Yerin o zilzali, zelzelesi. Yerin, hareketi-i arz yer hareketi dediğimiz zangır zangır sarsıntısıdır. "Zell", hareket mânâsı ifade ettiği çin zelzele ve zilzal onun muzaafı olarak tekrar etmeyi ifade eder. Bilhassa izafetle ifade edilmesi, yerin mümkün olabilen bütün şiddet ve dehşetiyle sarsıntısına işarettir ki, maksat Hacc sûresinde geçtiği üzere "Şüphesiz kıyamet vaktinin depremi müthiş bir şeydir." Hacc, 22/1 Vakıa Sûresi'nde ve daha birçok sûrelerde "Yer şiddetle sarsıldığı, dağlar parçalandığı, dağılıp toz duman haline geldiği zaman." Vakıa, 56/4-5 gibi âyetlerle açıklanmış ve haber verilmiş olan kıyamet depremidir. 2. Yerin ağırlıklarını çıkardığı. Yerin ağırlıklarını çıkarmasında iki rivayet vardır. Birisi Ölüleri kabirlerinden fırlatıp çıkarmasıdır, ki "Kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı zaman." İnfitar, 82/4 âyetinin mefhumudur. Bu ise dirilmek demek olacağından ikinci sûrun üflenmesine işaret olur. Diğeri de içindeki definelerin, hazinelerin, madenlerin meydana çıkarılmasıdır ki, bunun da ilk sûra üflemede, yani ilk zelzelede olması açıktır. Bazı haberlerde kıyamet alametlerinden olan Deccal'ın günlerinde yerin hazineleri meydana çıkacak diye varid olmuştur. Bunu da bazıları ona yormuş ise de o, zelzeleden önce olan çıkarmalar olduğu, halbuki burada maksat zelzele ile meydana gelecek çıkarmalar olması açık bulunduğu cihetle demişlerdir ki bu, Deccal'ın zamanında çıkarılanlardan başka olarak kalmış olan bütün hazineler ve defineler deprem ile fırlatılıp çıkarılmasıdır. Ancak ilk sûra üflemede mi, ikinci üflemede mi? Bunda da her iki ihtimali söyleyenler olmuştur. Bazıları demişlerdir ki Bu depremden maksat, birinci depremdir. Yer o zaman hazinelerini çıkaracak, yeryüzü altın dolacak da ona iltifat eden olmayacak. Altın o zaman sanki insana şöyle bağıracak Sen benim için dinini ve dünyanı yıkmıyor muydun? Sonra onun çıkarılmasının sonucu bir de "Kıyamet gününde biriktirilen malların üzerleri cehenmem ateşinde kızdırılacak ve onlarla sahiplerinin alınları, yanları ve sırtları dağlanacak, kendilerine "İşte kendiniz için biriktirdiğiniz budur." Tevbe, 9/35 hükmünün açıklanması olur ki, bu da ikinci sûr üflemesinden sonra olur. Nakkaş, Zeccac, Münzir b. Said gibi bir hayli tefsir bilginininde her iki rivayeti toplamak suretiyle "eskal" ağırlıklar, hem ölüleri, hem hazineleri, ikisini de içerdiğini söylemişlerdir. Görünen de bu olmalıdır. İbnü Abbas'tan da iki rivayet olduğu söylenmiştir. İkisinde de bunu, zikrolunduğu üzere ikisini sûr üflemeye, yahut her iki sûr üfleme müddetini bir vakit itibar ederek ikisine de yoranlar olmuşsa da ikinci sûr üflemeye "o gün insanlar, bölük bölük çıkacaklardır" âyetiyle beyan olunacağına göre, bu çıkarmayı, ilk sûra üfleme hali olarak anlamak 'nın da tekrar edilmemiş olması itibarıyla daha açıktır. Yıkım nefha üflemesı olan ilk üflemede ölülerin çıkarılması ise canlı olarak değil, ölü olarak fırlatılıp fırlatılıp atılmaları demek olur ki o vakit "O gün yer ve dağlar sarsılır ve dağlar dağılan kum yığınları olur." Müzzemmil, 73/14 olduğu gündür. "Yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir çarpışla birbirine çarpıldığı zaman." Hâkka, 69/14 olduğu ve "Yer şiddetle sarsıldığı, dağlar etrafa serpildikçe serpildiği, dağılan tozduman haline geldiği zaman." Vakıa, 56/4-6 olmak üzere bulunduğu zamandır. "O gün o sarsıntı sarsar." Naziat, 79/6 olmaktadır. Henüz "Ardından başka bir sarsıntı gelir." Naziat, 79/7 olmamış, "Onlara tek bir haykırma yeter, hepsi hemen uyanırlar." Naziat, 79/13-14 kumandası daha verilmemiştir. Bu bir temsil ile, henüz bir volkanın patladığı, bir harbin silahlarını ortaya atmaya başladığı mobilizasyon esnasındaki ıstıraplar gibi başlangıç kabilinden olarak "Yer uzatılıp dümdüz yapıldığı içinde olanları dışarı atıp tamamen boşaldığı." İnşikak, 84/3-4 ölçüsüne boşalma zamanıdır ki, o harbin neticesine erip de silahlarını indireceği, "Ve kendisine yaraştığı üzere Rabb'ine kulak verip boyun eğdiği zaman." İnşikak, 84/5 hükmünün ortaya çıkacağı asıl haklanma ve hesap devrini açacak olan ikinci sûr üfleme ondan sonra olacaktır. ESKAL tahrik ile cebel vezninde "sekal"in çoğuludur ki, Râzî'nin ifadesine göre sekal, "meta-i beyt", yani ev eşyasıdır. "Kamus"ta sekal, misafirin, yani yolcunun ağırlık denilen eşya ve ailesine, sahibinin çoğunlukla kullanmayıp koruyup hıfzettiği güzel ve kıymetli şeye denir. Nitekim "Muhakkak ki ben içinizde iki kıymetli şey bırakıyorum Onlar, Allah'ın Kitab'ı ve benim sünnetimdir." hadis-i şerifinde sekaleyn bu mânâdadır. İnsanlara cinlere sekaleyn denilmesi, yerin içinde ve üzerinde bulunmaları itibarıyla onun sekali, ağırlığı gibi olmalarından, yahut amellerinin, günahlarının ağırlığındandır, denilmiştir. Ve demişlerdir ki ölü, yerin içindeyken onun ağırlığı, yerin üstündeyken ona ağırlıktır. "Künûz" hazineler de, yerin kıymetlisi olmak mânâsına ağırlığıdır. Eskal yolcunun ağırlıkları, eşya ve ailesi mânâsına olduğuna göre "ve yer ağırlıklarını çıkardı" buyurulmakla o zelzele halinde yer seferberlik yapan bir yolcuya ve içindeki ölüler ve hazineleri o yolcunun ağırlığını oluşturan eşya ve ailesine teşbih edilmek suretiyle bir "istiare-i mekniyye" yapılmış demek olur. ESKAL, esre ve sükun ile "sikl"in çoğulu olabileceği de söylenmiştir ki haml-i batın, yani "karın yükü" mânâsınadır. Bunun da hazinelere ve ölülere söylenmesi teşbih ve istiare şekliyledir. Bu mânâ "İçinde olanları alıp tamamen boşaldığı zaman." İnşikak, 84/4 âyetine daha uygundur. Râzî, "eskal"in "esrâr" sırlar mânâsına olmasını da ikinci bir görüş olarak nakletmiştir. Yani o gün yer bütün sırları keşfedecek, açıklayacak. "O gün yer, haberlerini anlatacak." buyurulduğu üzere lehte veya aleyhte şahitlik edecek demektir. Âlûsî, buna, "haberlere aykırı ve uzaktır" demişse de, muhtemeldir. Bununla beraber en kuvvetli vecih, yerin seferberliğini ifade eden birinci vecihtir. Yani tahrik ile "sekal"in çoğulu olmasıdır. Yerin zikri geçmişken, zamir mevkiinde tekrar açıkça söylenmesi zihinlere iyice yerleştirmek içindir. Yerin, yerden başkasına çevrilmesine işaret için de denilmiştir. Durumun görünüşü, bu çıkarmanın zelzele sebebiyle olmasıdır. Fakat terettüb ait olma kastedilmeyerek her iki hadise başlı başına birlikte olarak düşündürülmek için "fa" ile atfedilmeyip bir altında vav ile "çıkardı" buyurulmuştur. 3. Özetle O sarsıntı ve çıkarma olduğu, ve insan, buna ne oluyor? dediği zaman. Böyle denilmesi, korkunun büyüklüğünü tasvir içindir. Yani o zelzele ve çıkarmayı her gören insan, dehşetinin büyüklüğünden şaşırarak, "Bu yere ne oluyor?", "Nedir bu hal?" diye şaşkınlık ve telaşa düştüğü o belalı zaman. Bazıları demişlerdir ki, onu gören kâfirler öyle söyleyecek. "Vah bize, bizi yattığımız yerden kim kaldırdı?" Yâsin, 36/52 diyecekler. Müminler ise "İşte Rahmân'ın vaad ettiği şey budur. Demek peygamberler doğru söylemiş." Yâsin, 36/52 diyecekler. Fakat bu fark, ikinci Sûr'a üfleme ile dirilmededir. İlk zelzelede ise mümin ve kâfir her insana umumu açıktır. "Birinci defa Sûr'a üflendi, göklerde ve yerde olanlar korkudan düşüp bayıldılar. Ancak Allah'ın dilediği kaldı". Zümer, 39/68 kelimesi 'dan bedeldir. 4. Yani o olaylar olduğu gün o yer Bütün haberlerini bildirir, havadislerini hal ile ve sözlü olarak haber verip anlatır. Çünkü Rabbin ona, yani yere vahyetmiştir. Haber vermesini süratle emir ve telkin etmiştir de o sebeple yer o haberleri söyler, anlatır. "Keşşaf"ta der ki Yerin haber vermesi ve söylemesi mecazdır. Yani Allah Teâlâ yerde öyle durumlar meydana getirir ki, onlar dil ile konuşma yerine geçerler. Hatta "ne oluyor buna?" diyenler, o hallere bakarlar da, onun ne için zelzeleye tutulduğunu ve ne için o ölüleri dışarıya attığını bilir. Ve bu olaylar, peygamberlerin korkutup ve çekindirip durdukları olay olduğunu anlarlar. Bu mânâca vahy "kün feyekün" ol! dedi, hemen oldu gibi tekvinî olmuş olur. Bununla beraber bir de denilmiştir ki, Allah Teâlâ yeri, o zaman gerçekten konuşturacaktır da, o üzerinde işlenmiş olan hayır ve şerri haber verecektir. Peygamberimizden de rivayet olunmuştur ki, herkese karşı üzerinde ne amel yaptığına şahitlik edecektir. Yere vahyetmek, onun yaşaması mümkün olan kısımlarına vahiy olarak düşünülürse, bu söyleme ve vahyin gerçekten konuşma veya yazma halinde haber vermek ve bildirme mânâsına olarak anlaşılmasında zorluk çekilmez. Hasılı onun ne olduğu o zaman gerçek göz önüne döküldüğü zaman anlaşılacaktır. 'nın cevabı, 'dür. 5. Yani o olaylar olduğu gün o yer Bütün haberlerini bildirir, havadislerini hal ile ve sözlü olarak haber verip anlatır. Çünkü Rabbin ona, yani yere vahyetmiştir. Haber vermesini süratle emir ve telkin etmiştir de o sebeple yer o haberleri söyler, anlatır. "Keşşaf"ta der ki Yerin haber vermesi ve söylemesi mecazdır. Yani Allah Teâlâ yerde öyle durumlar meydana getirir ki, onlar dil ile konuşma yerine geçerler. Hatta "ne oluyor buna?" diyenler, o hallere bakarlar da, onun ne için zelzeleye tutulduğunu ve ne için o ölüleri dışarıya attığını bilir. Ve bu olaylar, peygamberlerin korkutup ve çekindirip durdukları olay olduğunu anlarlar. Bu mânâca vahy "kün feyekün" ol! dedi, hemen oldu gibi tekvinî olmuş olur. Bununla beraber bir de denilmiştir ki, Allah Teâlâ yeri, o zaman gerçekten konuşturacaktır da, o üzerinde işlenmiş olan hayır ve şerri haber verecektir. Peygamberimizden de rivayet olunmuştur ki, herkese karşı üzerinde ne amel yaptığına şahitlik edecektir. Yere vahyetmek, onun yaşaması mümkün olan kısımlarına vahiy olarak düşünülürse, bu söyleme ve vahyin gerçekten konuşma veya yazma halinde haber vermek ve bildirme mânâsına olarak anlaşılmasında zorluk çekilmez. Hasılı onun ne olduğu o zaman gerçek göz önüne döküldüğü zaman anlaşılacaktır. 'nın cevabı, 'dür. 6. O gün insanlar bölük bölük, çeşitli durumda ortaya çıkacaklardır. Sudûr, vürûdun zıddıdır. Vürûd, suya gitmek olduğu gibi, sudûr da sudan dönmektir. Diğer deyimle, "vârid" gelen, "sâdir" giden demektir. Yani varmış oldukları yerden dönüp çıkacaklar, kabirlerinden mevkıfa durağa, mahşere doğru çeşitli şekilde fırlayacaklar. Kimisi yüz aklığıyla, kimisi yüz karasıyla, kimisi selamet, kimisi korkular ve dehşetler içinde, kimisi binitli, kimisi yaya, kimisi serbest, kimisi zincirlerle bağlı, hasılı kimisi mesud, kimisi bedbaht, yahut İbnü Abbas'tan rivayet edildiği üzere "O gün her insan topluluğuna önderleri ile çağıracağız." İsra, 17/71 âyeti gereğince her din ve millet sahibi ayrı olarak kendi önderleri arkasında, yahut "Andolsun ki sizi ilk defa yarattığımız şekilde bize geldiniz." Kehf, 18/48 buyurulduğu üzere her fert ilk yaratılışı gibi tek başına olarak, yahut bazılarının görüşünce bölgelere göre dağılmış olarak ortaya çıkacaklar. Yahut mahşere geldikten sonra kimisi kitabını sağından almuş ashab-ı yeminden olarak cennete gitmek üzere, kimisi de kitabını solundan veya arkasından almış ashab-ı şimalden olarak cehenneme gitmek üzere mahşerden ayrılacaklar. 7. Amelleri kendilerine gösterilmek için. Ki hayır veya şer her ne işlemişlerse ona göre cezasını almak üzere amellerini hakkıyle görsünler, defterleriyle, ölçüleriyle hesaplarına vakıf olsunlar. Bu mânâ, sudûrun mahşere doğru olmasına göredir. Mahşerden sudûra göre ise hayır veya şer her ne ise amellerinin cezasını görsünler. Yani cennet ehli cennete, cehennem ehli cehenneme girsinler demek olur. Zira her kim bir zerre miktarı hayır işlerse onu görecektir. Her kim de bir zerre miktarı şer işlerse onu görecektir. göstermenin neticesini açıklamak içindir. zerra görülür görülmez derecede, gayet küçük karıncadır. Güneşin şuaında sezilebilen zerreciklere de denilir. İbnü Abbas'dan rivayet edilmiştir ki, elini toprağa sokmuş kaldırmış, sonra üflemiş de, "işte bunlardan her biri bir miskal zerre" demiştir. İkisi de azlığa meseldir. Gerçi bizim bir zerre dediğimiz içinde bile bir âlem vardır. Fakat sorumluluğun en az derecesi beşerî hissin ilgilenebileceği en küçük ölçü ile ifade edilmiştir. Asıl maksat ise en küçük bir hayır veya şerrin bile Allah katında kaybolmayacağını açıklamaktır. Copyright © 2019 Kuran ve Meali. Hiçbir ticari kaygısı yoktur. altında yayınlanan içeriklerin tüm hakları mahfuzdur. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi içeriklerin tamamı izinsiz kullanılamaz.

ali imran suresi tefsiri elmalılı